“Mümtaz bu dükkâna bakarken hiç farkında olmadan Mallarmé’nin mısraını hatırladı: ‘Meçhul bir felaketten buraya düşmüş...’ Buraya, bu tozlu dükkâna, bu duvarına elle yapılmış triko çorapların asıldığı yere... Yanı başında tahta kepenkli, peykeli, eskimiş seccadeli dükkânlarda, aynı zengin ve uzaktan bakınca büyülü ananenin hikmetleri, ebediyete kadar türlü tasnif fikrine yabancı bir istif içinde, raflarda, rahle, sandalye üstlerinde, dükkânın döşemesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeye hazırlanıyorlarmış, yahut gömülü bulundukları yerden seyrediliyorlarmış gibi bekliyorlardı. Fakat Şark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı. Bu kitapların yanı başında açık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri, kapakları resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerinin yeşili atmış Frenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı. Kahve falı ile Momsen’in Roma hayali, Payot edisyonunun artıklarıyla Karakin Efendi’nin balıkçılık kitabı, baytarlık, modern kimya, ilm-i remil, sanki insan kafasının bütün düzensizliği bu çarşıda birdenbire teşhir edilmesi icap ediyormuş gibi birbirine karışıyordu.

Böyle hep bir arada bakılınca insan sadece zihni bir hazımsızlığın eserleri gibi görülen garip bir halita. Mümtaz bu halitanın yüz senelik bir didinme, durmadan bir gömlek değiştirme içinde olduğunu biliyordu.”

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Huzur (İstanbul: YKY, 2002, s.45-6) adlı romanından alınan bu satırlarda “Şark” ve “Garb”ı temsil eden çeşitli ürünlerin her zaman birbirlerinin zıddı olmadığı, gerçek hayatta her ikisinin bir arada pekâlâ var olabildikleri vurgulanıyor. Bunların farklı farklı kategoriler olarak tasnif edilmesi ve adeta ayrı ayrı çekmecelere yerleştirilmesi ise sadece insan zihninin kurgu marifetiyle –Tanpınar’ın tabiriyle “zihni bir hazımsızlığın”- gerçekleştirdiği bir durum. Meseleye böyle bakınca en azından birbirinden bağımsız “Şark” ve “Garb”den bahsetmek mümkün değildir.

Tanzimat sonrası dönemde Osmanlı bürokratları ve sair ‘münevverler’i bu iki kategoriden birine dâhil edebiliriz. Yani bu seçkinler öncelikle ya “Şarklı”dır ya da “Garp”li. Daha doğrusu ya “Garp”li olmak istiyordur ya da “Şarklı” kalmayı. Nurullah Ataç sarih bir şekilde ve bilinçli olarak “Garp”li olmak isteyenlerdendir.

Ataç’ı çağdaşı – ve sonraki- birçok aydından/yazardan daha ‘ileride’ görmemizi sağlayan önemli bir özelliği vardır. O da onun bütüncü bir düşünme/değerlendirme yapabilme ferasetine sahip olmasıdır. Onun gibi “Garpçı” sayabileceğimiz (aynı şekilde “Şark” taraftarları da) birçok aydının onu tam olarak anlaması mümkün olmamış, çoğu kez onun düşüncelerini değil onun karikatürünü savunmuşlardır. “Öztürkçecilik” konusu bunlardan biridir. Ataç’ın öztürkçeciliği onun sadece dille ilgili hassasiyetinin ve yabancı kelimelerin Türkçeden ayıklanma isteğinin bir sonucu değil, topyekûn batılılaşmanın cüzlerinden biridir sadece. Gene o ‘halk edebiyatı’nı ‘divan edebiyatı’nın alternatifi olarak sunmanın anlamsızlığının farkındadır. Nihayetinde bu tarzların ikisinin de “Şark”ı terennüm ettiğini, üstelik halk ozanlarının da divan edebiyatına özendiğini de dile getirmiştir. Oysaki ilericilik adına “halk edebiyatı”nı divan edebiyatının karşısında konumlandırıp ona karşı savunan “miyop” seçkinlerimiz el’ân da az değildir.

Onun divan edebiyatı konusundaki derin bilgisi de bilinmektedir. Nitekim hemen her yazısını divan şairlerinin mısralarıyla süslemiştir. Gene Abdulkadir Gölpınarlı’nın divan edebiyatını yeren Divan Edebiyatı Beyanındadır (1945) adlı eserini kıyasıya eleştirmiş ve onu divan edebiyatını gerçekten anlayamadığını ifade etmiştir. Buna rağmen divan edebiyatının artık miadını doldurduğuna inanmaktadır. -Onun kullandığı kavramlarla ifade edersek- çünkü “duygu”ların (gönül’ün) peşine takılmak yerine ”düşünceler”le (akıl’la) hareket etmenin gerekliliğine inanmaktadır. Oysaki bu ikisinin karşı karşıya ge(tiri)lmesi halinde kazananın her zaman ‘duygular’ olacağı zaten bellidir.

Kemalizm’e bakışında da bu bütüncü yaklaşıma uygun olarak “devrim”lerin her birini bir bütünün parçaları olarak görmektedir. Onun bu noktadaki özgünlüğü Kemalist aydınların eğitime yaklaşımlarını beğenmemesinde kendini belli eder. Ona göre ideal eğitim eski Maarif Nazırlarından Emrullah Efendi’nin (1858-1914) ‘Tuba ağacı’ nazariyesinde olduğu gibi yüksek öğrenimde niteliksel sıçrama ile gerçekleştirilebilir ancak. Öncelikle seçkinler/“aydın” yetiştirilmelidir. İlk ve orta öğretim düzeyinde eğitimin yaygınlaştırılması gerekebilir. Ancak bu kurumların yaygınlaştırılmasıyla tek başına bir yere varılamaz. Olsa olsa, bol bol yarım yamalak öğrendikleriyle topluma yön vermeye kalkan kifayetsiz muhteris yetiştirilebilir. Onun Köy Enstitüleri’ne yapılan güzelleme korosuna katılmaması, hatta bu yaklaşımı eleştirmesi de bundandır. Kısacası ‘avam’ın/halk kitlelerinin değil, elitlerin eğitimi/yetiştirilmesi önceliklidir. Topluma yön veren/vermesi gereken de onlardır. Prospero ile Caliban[1] (5. Baskı, İstanbul: YKY, 2014) adlı eserindeki denemelerde de ifade ettiği gibi “[g]erçek özgürlük, bir ülkede aydınlar takımının, Prospero’nun Prospero olmağa özenenlerin sözleriyle dinletebilmeleriyle, Caliban’ı baskı altına almalarıyla elde edilir.” Devam ediyor. “Caliban özgürlük istemez, özgürlüğü boş bir süs sayar. Eskinin, geçmiş, ölmüş kalıpların, inançların baskısı altındadır, o baskıdan da kurtulmak istemez.” (s. 202) Oysaki “Prospero’lar yetiştirmeğe değil, düşüncelerini duygularını işlemeden, inceltmeden Caliban’ı kalkındırmaya çalışıyoruz. Prospero’su, Prospero’ları olmayan bir toplumda Caliban’ın kalkınabileceğini sanıyoruz.” (s. 206)

Nurullah Ataç’ın topyekün “garpçı” olması hasebiyle Tanpınar’dan farklılaştığını ileri sürenler olabilir. Ne de olsa Tanpınar “tereddüt”lerin adamıdır. Peki bu “Şarklı” kalmakla “Garp”li olmak isteği arasında bir tereddüt hâli midir? Hayır. Tam aksine Tanpınar bu noktada Ataç’tan farklı düşündüğü söylenemez. Dili kullanma konusunda birbirlerinden farklı düşünseler de Tanpınar’ın tercihi de açıktır; o da “garp”lılaşma taraftarıdır. Onun divan edebiyatı ve alaturka müzik sevgisi bu iddiayla çelişki arz ettiği ileri sürülebilir. Ancak unutmamalıyız ki Ataç da divan edebiyatını gayet iyi bilir ve sever. Tanpınar’ın bu sevgisi çelişki teşkil etmediği gibi modern edebiyat için divan edebiyatından yararlanmak isteği de pekâlâ garpçılıkla çelişmez. Keza sadece alaturka müziğe değil, klasik batı müziğine de hayrandır.

Aslında Tanpınar’ın garpçılığının en önemli göstergelerinden biri ünlü Saatleri Ayarlama Enstitüsü (13. Baskı, İstanbul: Dergâh, 2008) adlı romanıdır. Hatta bu romanı şarklılığın bir eleştirisi olarak da okunabilir. En başta romana adını veren kurumdan başlayabiliriz. Bu kurum Batılı kurumların “Şarklı” bir kafa ile nasıl karikatürize edildiğinin, “Garb”ın anlaşılamadığının ifadesidir. Gene romanın kahramanlarından biri olan tahsilini Viyana’da yapmış olan Doktor Ramiz’in psikanalize yaklaşımı da bu konuda önemli bir örnek teşkil eder. Onun yaklaşımı da Batı’da güya öğrendiği bilimin (psikanalizin) kendisi değil, olsa olsa onun karikatürüdür. Öyle ki Dr. Ramiz, “tedavi sistemine, hastası çıkınca tatbik edilecek tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi bak[maktadır.]” (s. 99)

Tanpınar’ın bu romanı Berna Moran’ın belirttiği gibi topluma, haliyle aydınlara yönelik eleştiri içerir. “Garb”ı dahi ancak bir “Şarklı” gibi anlayan, daha doğrusu anlayamayan toplumun/elitlerin eleştirisi. Nitekim Berna Moran’ın (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, 10. Baskı, İstanbul: İletişim, s. 303-4 ) dikkat çektiği gibi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde “Tanzimat’tan sonra en önemli sorunlarımızı bir şaka haline getirmemizden yakınır.” Bunun nedenini de “bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikilik” olarak açıklar. Saatleri Ayarlama Entitüsü’nde sözkonusu edilen “kıraathanedekilerin” bir özelliği de budur. “Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden yahut da bir ayakları eşikte, yaşıyorlardı.”


[1] Prospero ile Caliban, William Shakespeare’in Fırtına adlı oyununun kahramanlarıdır. Caliban kaba saba, incelmemiş olmayı ima eder. Oyunda sonunda Caliban’ın itaat etmeyi kabul ettiği Prospero ise tam aksini.