İnsan, diğer canlılardan farklı olarak varlığını sürdürme yolunda sürekli zihinsel bir arayış içindedir. Doğadaki temel yasa, hayatta kalmak için bir canlının diğerini yok etmesi gerektiği gerçeğidir. Bu, bir anlamda doğanın değişmeyen yasasıdır. İster insan, ister hayvan olsun; varlığını sürdürebilmek için sürekli bir mücadele içinde olur.
İnsan bu mücadelesinde, hayatta kalma içgüdüsünün yanı sıra, kendi iç dünyasında başka bir mücadeleyle de karşı karşıya kalır: bilgiye ve hakikate duyduğu merak. İnsan aklı bir mucizedir, diğer canlılarınkine kıyasla büyük, muazzam, sınırsız bir potansiyele sahiptir. Aklımız, bizi hep daha iyisini, daha güzeli aramaya iter. Bu arayış, insanların birbirleriyle yarışmasına; zaman zaman da sert tartışmalarına, kavgalarına neden olur.
Ancak insan aklının ve doğanın işleyişinin zorunlulukları sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve evrensel düzeyde de geçerlidir. Evrenin varoluşu bir denge üzerine kurulmuştur. İyi ve kötü, gece ve gündüz, dişi ve erkek, birey ve toplum, savaş ve barış, zengin ve fakir, yaşam ve ölüm, katı ve sıvı gibi karşıtlıklar bir arada varlık gösterir. Bu zıtlıkların birliği, evrenin işleyişinde vazgeçilmez bir rol oynar. Her şeyin bir denge içinde var olması, hayatta kalmanın ve gelişmenin temel koşuludur. Hayat denge ile var olur. Her şeyin bir karşıtı olduğu gibi, insanın da aklı ile gönlü/ruhu arasında bir denge kurması gerekir. Bu denge, maddi olanla manevi olana geçişi de zorunlu kılar.
Maddi dünya akıl ve mantıkla şekillenirken, manevi dünya gönül ve ruhla ilgilidir. İnsan, her iki alanda da bir yolculuğa çıkar; biri ona bilgi verirken, diğeri ona huzur ve anlam arayışı sunar. Fakat kimi toplumlar, zaman zaman dini inançlarını sadece maddi ve dünyevi meselelerde bir çözüm aracı olarak görmekte, dini yaşamı dar bir çerçevede anlamaya çalışmaktadır. Bu durum, özellikle bazı Müslüman inanç toplulukları tarafından yanlış anlaşılmaktadır. İslam inancı bazen seküler yaşamla bağdaştırılmadan, yalnızca dini kurallar ve ritüeller etrafında şekillendirilmeye çalışılır. Akıl bir kenara itilerek inancı hayatın tüm alanında hâkim kılmaya çalışınca denge bozulur; huzursuzluk, çatışma, bilimden, teknik ve teknolojiden kopma gibi sonuçlar ortaya çıkar. Gerici, bağnaz bir anlayış toplumu baskı altına almaya çalışır.
Oysa inanç, insan aklının bir ürünüdür. Aklın gelişimi ile birlikte, coğrafi ve sosyolojik koşullara göre değişir; Çocuktan, deliden veya alzheimer hastası bir yaşlıdan inançlı olmasını bekleyemeyiz. İnanç normal insanların gönüllü olarak yapacağı içsel bir yolculuktur. Bu konuda insanların ve toplumların, akıl ve vicdanları özgür bırakılmalıdır.
El Kaide, El Nusra, IŞİD, HTŞ, Hamas, Hizbullah gibi örgütlerin ideolojileri İslam dininden kaynaklanmaktadır. İslam, siyasi bir dindir. Bugünün dünyasında dinin siyasal alanda kullanılması yanlıştır. Bu tür yapılanmalar, insanları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek için dini araç olarak kullanmakta; akılı bir kenara itip dini dogmalarla toplumu şekillendirmeye çalışmaktadır. Baskı ve şiddet binlerce insanın ölümüne neden olmaktadır. Temiz ve dürüst inançlı Müslümanlar bu tür örgütleri kınamakta, hatta onlardan nefret etmektedir. Bu tür radikal İslami grupların ortaya çıkışında ABD ve Batı dünyasının rolü de önemli bir tartışma konusudur. Bazı çevreler, bu grupların ABD ve Batı tarafından yaratıldığını iddia etse de, İslam’ın bu tür ideolojileri ve örgütleri beslediğini de unutmamak gerekir.
Burada bir soru ortaya çıkıyor: Neden İslam ülkelerindeki gibi, Hristiyan, Yahudi veya diğer inançlardan benzer radikal gruplar çıkmamaktadır? Bu sorunun cevabı yalnızca dinsel öğretilerle değil, aynı zamanda bu öğretilerin toplumsal bağlamda nasıl şekillendiğiyle de ilgilidir. İslam, siyasaldır ve devlet dinidir. Din, her toplumda farklı biçimlerde algılanabilir ve yaşanabilir. Bu yüzden, her inanç ve topluluk, kendi değerleri doğrultusunda bir varlık sürdürür ve gelişir.
Sonuç olarak, insanların inançlarına saygı göstermek en temel insani erdemlerden biridir. Her bireyin ve her toplumun inancı, kendine özgü bir kıymet taşır. Hiçbir inanç, diğerine üstün değildir. İslam, inananlar için değerli bir dindir; ancak diğer inançlar da aynı şekilde inananlar için değerlidir. Bu gerçek, özellikle siyasal İslam tarafından çarpıtılmakta, “en doğru ve en son dinin” kendileri olduğunu söyleyerek diğer dinlere ve insanlara karşı cihat çağrıları yapılmaktadır. Eğer bu anlayış değişmezse, İslam normal insanların gönlünde yer edinemez. Hamas ve Hizbullah gibi örgütler üzerinden insanlara İslami bir dayatma ve  güç gösterisine girenlerin başına nelerin geldiğini hep birlikte dünya ile birlikte yaşayarak gördük.
Özetle, dünyadaki her birey, ne aradığını kendi içinde bulmalıdır. Birini suçlamaktan vazgeçip önce kendimize bakarak çözüm aramalıyız. İslam dini de önce kendisi ile yüzleşmeli, hesaplaşmalı, normalleşmeli; seküler, dünyevi yaşamla manevi/uhrevi yaşamı birbirinden ayrılmalıdır. İslam, yenilenip demokratik, gerçek anlamda hoşgörü ve gönül dini olmalıdır. Olmazsa? Olmazsa “şeriatçıları terbiye edici” İsrail ve ABD orada duruyor…