(Önceki yazının devamı…)
2. Gerisinde olmak çok çok kolay. Hatta Yunus’un biyolojik olarak yaşadığı çağın çok daha gerisinde de olunabilir. Ama ya çağının ilerisinde olmak? Burada biraz durmak lazım. Bu herkesin kârı değil, bir fırın ekmek yemekle de bu olmaz, tuğla gibi kalın kitapları ha bire devirmekle de, ancak doğru düşünme yöntemini bilmekle olur. Örneğin her biri birer dâhi olan Aristo, Hegel, Newton, Marx, Einstein… çağlarının çok ilerisinde oldular ve çok ileriyi görebildiler. Ya bizde? Acaba kaç bilim ve düşünce insanımız çağının ilerisini görebildi? Enver Atılgan çok ileriyi gören biri olmadı ama hiç değilse insanlarımızın çağının ilerisine bakabilmesi, karanlık perdenin yırtılıp kaldırılması için yıllarını harcadı, emek verdi: Bir eğitimci, bir örgütçü, bir şair ve bir düşün adamı olarak.
O, iyi bir şairdi. Daha çok “Nuh’un Adamı” şiiriyle tanındı. Bu şiiri 1963’te yayınlandığında büyük bir yankı yaratmış, günlük gazetelerden edebiyat dergilerine kadar birçok basın yayın organında tartışıldı. 1957 yılında Cumhuriyet gazetesinin açtığı “Yunus Nadi Şiir Armağanı” yarışmasında “Kampana” şiiri derece aldı ve gazetede neşir hakkını kazandı. 1966 yılında Tercüman gazetesinin açtığı büyük şiir yarışmasında da “Nuh’un Adamı” şiiriyle üçüncülük mansiyonu aldı. O, “Nuh’un Adamı” şiiriyle o dönem bölgenin geri kalmışlığını bir tokat gibi insanların yüzüne çarpmıştı. Şiirinin başlangıç kısmında bakın nasıl haykırır: “Ben karanlıklar içinde,/ Bahtsız bir ülkenin,/ Talihsiz çocuğu…/ Ben yıllarca çam ağacına hasret,/ Böğürtlen gölgesinde,/ Cılız ve sıska.// Benim Ülkemde Fabrika bacaları yükselmez,/ Damlarında taşlar yürür./ Ben kitaplarda okurum muhteşem yapıları,/ Gözlerimi kan bürür…/ Ben, tekniğin arşa çıkmış çağında,/ Hâlâ gütmekteyim kara sabanı,/ Ben yirminci aşırın içinde,/ Medeniyetin dışında,/ Toprak bir evde yaşayan,/ Nuh’un adamı.” (Nuh’un Adamı, 1963, s.3)
O, toplumcu bir yazardı. Yazdığı bir yazıda bunu çok net açıklar:
“Toplumun değişmesi ile sanatçının görevinin de değişmesi gereği su götürmez bir gerçektir.
Toplumların sosyal, kültürel ve ekonomik alanlardaki ilerleme ve gelişmelerine paralel olarak bir sanatçı kendisini yenilemesini ayarlıyamıyorsa o sanatçı yerinde sayan bir sanatçı demektir. Sanatın hangi dalında olursa olsun bu tip sanatçıların yapıtları da kuru, soyut ve ilginç olmaktan uzak bir nitelik taşır.
(…) toplumun temelini meydana getiren ekonomik yapının önemini düşünmeden, daha doğrusu düşünmek istemeden üst yapı kurumlarının dar kalıpları içinde araştırmaya yönelirler. İdeolojik mücadelenin sanattan ayrı olduğunu savunurlar. Oysa ideolojik mücadele ile sanat içiçedir. Böyle düşünmeyince, bir Franz Kafka’yı, bir Pablo Neruda’yı, bir Nazım Hikmet’i sanatçı saymamak gerekir. Oysa bu dünyaca ünlü ozanları v.b. sanatçıları sanatçı olarak kabul etmeyecek, tek düşünür ve sanatçının bulunacağını hiç sanmıyorum. Çünkü sanatçının en önemli yanlarından birisi de insancıl olmasıdır. Bir yanda bir avuç mutlu azınlığın gözalıcı yaşantısını en ustaca yansıtırken, öbür yanda milyonlarca insanın acılı yaşam koşullarını görmemezlikten gelmenin gerçek sanatçıya bağdaşır yanı olmaz. İnsan sevgisini yüreğinde taşıyanlar, sanatın kutsal ışığından yararlanma olanaklarından yoksun bulunan geniş halk yığınlarının acılarını içinde duyanlar, elbette ki sanatı toplum için yaratacaklardır.” (Mehmet Bayrak, Köy Enstitülü Yazarlar Ozanlar, TÖB-DER Yayınları,1978,s.184-187.)
O, barış savaşçısıydı. Yaşamı boyunca savaşların hep karşısında oldu. Bir eğitimci ve şair olarak savaş karşıtı olmaması mümkün mü? Eğitimci ve şairden başka kim daha iyi bilebilir savaşın bir yıkım olduğunu, silahların ölüm kustuğunu. Bu nedenle, insanları boğazlamak, insanları öldürmek için silahlara harcanan paraların insanların eğitilmesi ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasına harcanmasının mücadelesini verdi. “Eko-Can” adlı şiirini yazmaya kendisini iten işte bu savaş karşısında, barışın yanında aldığı tutumdur. “Eko-Can” şiiri baştan sona bir çığlıktır: “Altı ağustos 1945’i yaşıyorum/ Ben Hiroşimalı/ Ben atom bombası çocuğuyum.// Ben Eko-Can/ Bir ilkokul öğrencisi,/ Arkadaşlarımla kaydırak oynuyorum.// Saat sekiz/ Bir ışık parlıyor gökyüzünde/ Bu parlayan ne yıldız ne aydı/ Bir anda Hiroşima’ya ölüm kıvılcımları yaydı./ Aydınlık karanlıkla iç içe geliyor,/ Bir alev halka, halka/ Bir alev dağ gibi büyüyor.// Koşarak güç belâ evin kapısını buldum/ Eko-Can Eko-Can Eko-Can/ Üç yönden üç ses/ Biri babam, biri anam, biri ablam/ Çılgınlar gibi koştum/ Üç yönde zaman, zaman/ Babamla ablam nasılsa kurtuldu/ Anam hâlâ beni kurtarın diyordu./ O ses kulaklarımızda birden bire kaçıştık/ Ölüm alevleriyle yan yana saatlerce yarıştık.” (Eko-Can, 1969, s.3-4)
O, ezilenlerin, sömürülenlerin, kimsesizlerin hem yanlarında oldu, hem de dili. “Bir Karış Toprak İçin” adlı şiirinde topraksız köylüye yapılan zulmü bakın nasıl anlatır: “Bu öykü,/ Bir yarbayın çizmeleri altında inleyen,/ Emzikli köy kadınlarının öyküsüdür./ Bu türkü,/ Tutsak köy delikanlılarının sırtında şaklayan,/ Kırbaçların yankısıdır./ Bu direniş,/ Bir karış toprak için,/ Canını verenlerin uyanışıdır./ Vur dedikçe yarbay/ İstersen öldür./ Ellerin titremesin/ Süngünü bir düşman gibi kalbime indir/ İyi bil ki,/ Ölümlerin en şereflisi/ Bir karış toprak için ölmektir.” (Eko-Can, 1969, s.20)
***
Enver Atılgan’ın damadı İzzet Kale ile 2003 yılı sonlarında bir sohbetimizde: Enver Hoca evinde çok kötü bir durumda hasta yatarken Fakir Baykurt’tan kendisine bir mektup geldiğini, mektubu okuyacak vaziyette olmadığından gelen mektubu kendisinin okuduğunu, mektup okunurken Enver Atılgan’ın gözlerinden yaşlar aktığını, ağladığını anlatmıştı. Bu dostluğa duyduğum saygıdan dolayı burada sözü usta yazarımız Fakir Baykurt’un, Enver Atılgan’ın “Yaşam Demişiz Adına” kitabına 10/10/1991 tarihinde Duisburg/Almanya’dan önsöz yerine yazdığı “Atılganın Şiirleri” selâmlamasına bırakıyorum:
“«Kardeşim» diyorum, sadece acılardan, sendikamız TÖS’ten değil, şiir kardeşiyiz onunla... Ben genel merkezde, o uçlarda savaşım veriyorduk. Yüzlerce, binlerce meslekdaşımız kıyıma uğruyordu. Kıyıldıkça daha gür çıkıyorduk. Enver 1969’da ikinci şiir kitabı «Eko Can»ı bastırdı. TÖS’ün genel yönetim kuruluna da o yıl girdi, Marmara bölge temsilcisi oldu. Sendikamızın serpilmesine, ayakta kalmasına büyük yardımları dokundu. 12 Mart kırağısında Anayasa değiştirilerek kapatılmasına, ne bugünkü ikilikler olurdu, nede büyük boşluklar. Hem yurtta, hem dünyada, çeyrek yüzyıllık, saygın bir öğretmen örgütü olarak daha da gelişirdi. Edenler utansın, başka ne denebilir?
Bütün o çileler, kıyımlar süresince yazmayı sürdürürdük. Enver’in Akşam’da, Politika’da, İmece’den başka pek çok dergide yazılarını, şiirlerini okuduk durduk. Hele Akşam’daki, üç arkadaşıyla yaptığı Macaristan gezisini anlatan o güzel yazılar unutulamaz.
(…) Yakın okurlara bir önerim olacak; okumaya baştan başlamasınlar, sonunda ilk kitaplardan seçilen beş şiir var, onlardan başlasınlar. Görsünler, konuları nasıl bir genişliğe yayılmış. Görsünler yanma kavrulma ile nasıl geçmiş o altmış yıl. Okuyup görsünler, böyle bir şiir kardeşim olduğu için, hafiften öğünmekle haklı değil miyim?” (Yaşam Demişiz Adına, Gerçek Sanat Yayınları, 1991, s.7-8.)
Araştırmacı, Yazar, Şair Müslüm Üzülmez
e-posta: muslum.uzulmez@gmail.com
web: http://www.uzulmez.info/muslum
RuhaNews.com