Milattan önce 700’lerde, Mezopotamya’nın sessiz bir köyünde bir adam yaşardı.

Adı bilinmezdi. Ama herkes ona “Taş Taşıyan” derdi. Gün doğarken dağın yamacına çıkar, bir taş alır ve köyün ortasına getirirdi.

Her gün.

Yağmurda. Güneşte. Sıcak ve soğukta.

Yıllar geçtikçe köyün ortasında anlamsız bir taş yığını oluştu.

Kimse onunla konuşmazdı.
Çünkü o da kimseyle konuşmazdı.

Ama her taşın üstüne bir cümle oyduğu söylenirdi.

Bir gün, yoldan geçen bir seyyah durdu. 

Merak etti.
Taşları inceledi. 

Hepsinde tek bir cümle oyuluydu:
”BENİ DUY.”

Seyyah sordu köylülere:

— “Bu adam neden yıllardır bunu yazıyor?”

Köylüler omuz silkti:

— “Bilmiyoruz. Zaten yıllardır bir kelime bile etmedi.”

Seyyah, yaşlı adama yaklaştı ve fısıldadı:

— “Duyuyorum seni.”

Adam gözlerini kapadı.
İlk defa bir damla yaş süzüldü gözünden.

Ve o gün bir daha taş taşımadı.
 
Şu hayatta birçok şey bekleriz:
Saygı, sevgi, başarı, huzur, mutluluk, aşk, zenginlik, adalet…

Ama belki de bu beklentilerin özünde yatan en temel ihtiyaç: paylaşmak.

İnsanlık tarihi boyunca inşa edilen her antik yapıya baktığımızda benzer ortak unsurlar görürüz:

Tiyatrolar, gösteri alanları, pazar yerleri, hamamlar, hanlar, kervansaraylar, tapınma alanları…

Tüm bu mekanların ortak paydası, insanların bir araya gelerek paylaşmak, görülmek ve duyulmak istemesidir.
İşte o devasa taşların üst üste binmesi, o zahmetli yapılar…

Hepsi birer iletişim çağrısıydı.

İnsanoğlu, tarih boyunca “Ben buradayım!” demek için taş üstüne taş koydu.

Peki ya şimdi?

Bugün daha büyük iletişim ağlarına sahibiz. Dünyanın öbür ucundaki biriyle saniyeler içinde buluşup, konuşabiliyor, bir paylaşımı anında beğenebiliyor, bir mesajı kolaylıkla iletebiliyoruz. Ama bu modern iletişim zenginlikleri içerisinde, giderek daha çok yalnızlaşıyoruz.

Antik tiyatrolar yerini sosyal medya platformlarına bıraktı. Hamamların yerini lüks banyolar, hanların yerini beş yıldızlı oteller; fiziksel pazar yerlerinin yerini “Tıklatın, gelsin” uygulamaları aldı.

Ancak içimizde bir boşluk var ve bu boşluk gün geçtikçe devasa bir hale geliyor.

Duymuyoruz, duyulmuyoruz.

Sayısız iletişim aracına rağmen, paylaştıkça hafiflemek yerine, ağırlaşıyoruz. 

Tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok iletişim kurup bu kadar az duyulmadık. Hiçbir çağda bu kadar çok konuşup bu kadar az anlaşılmadık.

Sahi, en son ne zaman biri seni gerçekten dinledi?

Ya da sen…

En son ne zaman birini dinledin?

* Telefon ekranına bakmadan,
* Kendi cevabını hazırlamadan,
* Kırmadan,
* Yargılamadan…

En son ne zaman birinin sözleri kalbine dokundu?

En son ne zaman tüm varlığınla birine “Seni duyuyorum!” dedin?

Neden yüzlerce, hatta binlerce bağlantımız varken, bağlarımız her geçen gün daha da kopuyor?

Sürekli kalabalıklar içinde olmamıza rağmen neden sürekli yalnız hissediyoruz?

Hiç bağırmadığımız kadar bağırdığımız halde neden duyulmuyoruz?

Çünkü kadim bir gerçeği unuttuk:

Dinlemek… ve duymak.

Ama en başta kendimizi dinlemeyi unuttuk. 

Televizyonun sesini açtık ancak kendi iç sesimizi kıstık. Sonra başkalarının sesini de susturmaya başladık. Kendimizin yabancısı olunca, başkalarından da uzaklaştık. Birbirimizden koptuk. 

Ve yalnızlaştık.

Sanal olanı gerçek sandık. Ve hâlâ sanıyoruz.

Sürekli birilerine yetişmeye çalışırken kendimize yetişemez olduk. Kendimize yetemez hâle geldik. Tükenmişlik yaşıyoruz.

Aslında biz bu değiliz.

Biz, özümüzde paylaşmayı ve duyulmayı isteyen canlılarız. Her nefes alışta bu ihtiyacı içimize çekiyoruz.

Ne yapmaya ihtiyacımız var?

Önce kendimize zaman ayırmaya…
Kendimizi dinlemeye… 

En azından günde yarım saat.

“Ama benim hiç vaktim yok.” diyorsanız, önerim şu:

Günde bir saat ayırın.

Çünkü kendinize günlük yarım saat ayıramayacak kadar meşgulseniz, bu ihtiyacınız iki katına çıkmış demektir.
Kendinizi dinlemek, kalbinizin söylediklerini duymak ve kim olduğunuzu yeniden görmek için…

Unutmayın, geriye kalan 23 saati zaten kendiniz dışında bir şeye ayırıyor olacaksınız.

Ve sonra…

Kendinize yaptığınız şeyi bir başkasına yapın. Birine yarım saat ayırın. Yine “vaktim yok” diyorsanız bu süreyi bir saate çıkarın. 

Bu kişi eşiniz, çocuğunuz, arkadaşınız, sevgiliniz, komşunuz, öğrenciniz, öğretmeniniz, anneniz, babanız olabilir.

Kim olursa olsun, onu gerçekten duyun.

Konuşmak için değil, duymak için dinleyin.

Başta zor gelecek biliyorum.
Alışkanlıklarınız sizi yine aynı yollara çekecek:

Eliniz telefona gidecek, sanal dünyada gerçeği bulmaya çalışacaksınız, gereksiz bir telefon konuşması yapmak isteyeceksiniz, sosyal medyada birilerini beğenecek, “kim beni beğenmiş” diye merak edeceksiniz.

Ama durun. Durdurun kendinizi.

Gerçekten duymak ve gerçekten duyulmak için…

Çünkü hepimiz buna değeriz.

Her ne kadar birileri sanal âlemde bize gerçeklerimizi unutturmak istese de, her ne kadar birileri bizi kapitalist düzenin bir parçası hâline getirmeye çalışsa da, biz birbirimizi duyarak ayakta kalabiliriz. Birbirimizi duyarak yolda kalabilir, yol alabiliriz.

Çünkü her birimizin, her birimizi duymaya ihtiyacı var.

Arif Vural
Danışman ve Yazar