Yine kadınların siyasal yaşama katılımı engellenmekte, karar ve temsil süreçlerinde yeteri kadar yer verilmemektedir. Ekonomik anlamda evde tutulup ekonomik yaşama katılımı engellenmekte, yani ekonomik özgürlüğü elinden alınmakta yada metropoller başta olmak üzere ekonomi sektöründe ucuz iş gücü olarak kullanılmaktadırlar.
Türkiye’de öteden beri en çok can yakıcı meselelerden biri de kadın cinayetleridir. Neredeyse her gün kadınlar katledilmektedir. Üstelik çoğu kadın mahkemece verilen koruma tedbiri altındayken öldürülüyor. Yine başta küçük yaşta bulunan kız çocukları olmak üzere bir çok tecavüz ve taciz vakaları meydana geliyor. 

Meselenin çözümü yine bu perspektif içinde ele alarak çözmek en sağlıklı ve kalıcı çözüm olarak görünmektedir. Yani, sadece kadınların yürüteceği bir mücadele yönteminden ziyade, kadınların kendi özgün kimlikleri üzerinden geliştireceği örgütlü bir mücadeleye erkekleri dahil edip, değişim ve dönüşümlerini sağlamak ve böylece erkek egemen zihniyetinin ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. Bunu gerçekleştirirken, Yani siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanların tümünü kapsayacak yapısal bir dönüşümün sağlanması gerekir. Bu mücadele zor gibi görünse de, imkansız değildir. Nitekim, yüzyıllarca, geri bırakılmış, egemen sistemler tarafından baskı kurularak sömürülmüş, kimliği, kültürü yok sayılan bir coğrafyada, tüm bu uygulamalara karşı yürütülen mücadelelerin içinde kadınların önemli bir rol alması ve bu konuda kadınların hem kendi özgürlüklerini elde etme noktasında hem de demokratikleşme ve özgürleşme noktasında sundukları katkı oldukça önemlidir.

Bizim bir parçamız hatta büyük bir parçamız olan kadın sorununu ele aldığımızda öncelikle sorunun kaynağını doğru tespit etmek gerektiğini düşünüyorum.Bu sorunun çözümü için atılacak adımlara ivedilikle başlanmalıdır.
Türkiye’de ve dünyanın diğer bölgelerinde kadınlara karşı uygulanan ayrımcı, baskıcı ve şiddete dayalı sistemler, kadınlar üzerinde egemenlik kurarak toplumu dizayn etmek, iktidar kurmak yaşam alanlarımızı kısıtlamaktan öteye gitmemiştir.Kadının aile ve toplum içerisindeki rolünün farkında olan erkek egemen anlayışlar kadının rolünü kendi çıkarlarına hizmet edecek bir boyuta indirgemiş ve toplumsal cinsiyetçi roller yüklemişlerdir. Kadın kimliğinin ve doğasının yok sayılması anlamına gelen, toplumsal değer ve ahlaki değer olarak kabul ettirilen namuslu davranma rolü, kadının, neslin devamını sağlama yükümlülüğü, yine kadın bedeninin sömürülmesine ve meta olarak kullanılmasına yönelik cinsi yaklaşımlardır. 
Kadına dayatılan bu rol, esas olarak kadını bir insan ve birey olarak görmeyen, erkeğe ve aileye hizmet etmekle görevlendirilen ikinci sınıf insan ve erkek egemen sitemin mülkü olarak gören anlayışlardır. Ne yazıktır ki zaman zaman bende düşünsel olarak ta olsa bu anlayış çarkında dönüp duruyorum.Tüm bu sistemler tarafından kadının bu şekilde ele alınması ve değerlendirilmesi tesadüfi değildir. Erkek egemen anlayışa sahip toplum modelinin, ne kadar anti demokratik ve kadının insan haklarını hiçe sayan bir model olduğunu tartışmaya ihtiyaç olmadığını düşünüyorum.
Fiziksel gücün-üstünlüğün referans alındığı erkek bireylerden başlayıp toplumsal, ahlaki değerler üzerinden beslenip şekillendirilen siyasal ve ekonomik yapısal soruna kadının neden olmadığı açıktır. Ama ne yazık ki, öteden beri sanki kadının kendi kimliği, doğası bu sorunun kaynağıymış gibi, tekrar kadınlar sorgulanmakta ve mesele kadın sorunu olarak tanımlanmaktadır. Sorun erkek sorunudur.Bizim sorunumuzdur. Erkek egemen sistem ve erkek zihniyetinden kaynaklanan sorundur. Sorunu böyle tanımlamakta ve algılamakta fayda vardır
Erkek egemen sistemin ve anlayışının hakim olduğu Türkiye’de, kadınlar başta yaşam hakları ve vücut dokunulmazlıklarının ihlali olmak üzere toplumsal,siyasal,ekonomik ve kültürel alanlarda kısıtlı veya hiç istifade edememe durumu ile karşı karşıyadırlar. 


Unutulmamalıdır ki; kadının özgür olmadığı, sürekli ayrımcı bir yaklaşıma ve şiddete maruz kaldığı bir ortamda, ne mutlu bir bireyden, ne aileden ne de sağlıklı bir toplumdan bahsetmek mümkündür. Şiddete uğrayan ya da öldürülen kadının çocukları varsa kadınla birlikte çocuk da mağdur olmaktadır. Yine şiddet uygulayan veya kadını öldüren kişiye baktığımız zaman bu kişi genellikle kadının eşi, kardeşi yada babası olmakta, bu kişileri öldürmeye yada şiddete yönelten üretilen toplumsal değer ve yüklenen toplumsal roldür. Şiddet uygulayan yada öldürme fiilini gerçekleştiren kişi, namusunu temizleme ve kurtarma iç güdüsü ile hareket ettiğini savunur. 
Sonuç olarak denilebilir ki; kadınların kendi cinsiyet kimlikleri üzerinden yürüttükleri hak mücadelesi aynı zamanda, bir insan hakları mücadelesi ve demokrasi mücadelesidir. Zira, bir birey ve insan olarak kadının haklarını elde etmesi, büyük ölçüde toplumu rahatlatacak ve özgürleştirecektir. Bu sebeple özgür toplum olmadan kadının özgürleşmesi sağlanamayacağı gibi, kadın özgürleşmeden bir toplumun özgürleşmesi mümkün değildir. Bu iki kavram, birbiri ile sıkı sıkıya ilişki içerisindedir. Sevgiyle kalın .Çünkü sevginiz yoksa içi boş çınlayan bir bakır kaptan farkınız olmayacaktır.